James Dean'in Ölümünden Sonra Oscar Adaylığı Kazandığı Kült Film
East of Eden (1955)
1955 yılında henüz 24 yaşındayken
araba kazası sonucu aramızdan ayrılan ikonik aktör James Dean, kısa ama
etkileyici sinema kariyerinde sadece 3 filmin başrolünde yer alabildi.
Kendisinden söz edildiğinde ise şüphesiz bu filmlerden öncelikle Rebel Without
a Cause (1955) akıllara geliyor. Ülkemizde Asi Gençlik ismiyle bilinen bu
muazzam eser, hem Dean’in karizmatik “Bad Boy” imajı hem de oyunculuk yeteneği
sayesinde ölümsüz bir yapıma dönüştü. Bu filmin yanında ise aktör, East of Eden
(1955) ve Giant (1956) eserleriyle de aramızdan ayrılışının hemen öncesinde de
benzer tarzda akılda kalıcı başrol performansları sergiledi. Hatta sanatçı, bu
iki yapım ile birlikte ölümünden sonra Oscar’lara aday gösterildi. East of Eden
ise bu açıdan daha da özel bir konumda; çünkü film, bu ödüllerin tarihinde bir aktöre
ilk defa posthumous (ölümden sonra) bir adaylık verilmesini sağlayan eserdi.
Gelmiş
geçmiş en değerli Amerikalı yazarlardan olan John Steinbeck, 1952 yılında East
of Eden (Cennetin Doğusu) isimli kitabını yayımladı. Roman, özellikle derin geçmişe
sahip karakterleri ve iç içe geçmiş olay örgüsü ile oldukça başarılı bir
eserdi. Bunun yanında, isminden ve karakterlerinden de anlaşılabileceği üzere
Tevrat’taki Tekvin (The Book of Genesis) bölümüne de birçok gönderme yaparak “çok
katmanlılığını” pekiştiriyordu. Kitabın 3 yıl sonra sinemaya uyarlanması da
Steinbeck’in tam istediği gibi oldu; çünkü Dean’i ilk defa gördükten sonra kitabındaki
Cal karakteri için mükemmel bir seçim yaptıklarına şu sözlerle kanaat getirdi:
"Jesus Christ, he is Cal!"
Özetle hikaye,
dini ve prensiplerini hayatının merkezine koyan babasıyla iletişim kurmaya çalışan
genç bir adamın bu meyanda annesi hakkındaki gerçeği öğrenmesini ele alıyor.
Bununla birlikte de karakterimizin erkek kardeşi ve onun sevgilisi ile olan ilişkisi
işleniyor. Böylelikle, hem bir aile draması hem de bir romantik dramanın
harmanına tanık oluyoruz. Teknik açıdan ise film, döneminin en büyük
yönetmenlerinden Elia Kazan’ın ellerinde olduğu için farkını hemen belli
ediyor. Özellikle, kamera açılarının çeşit fazlalığı ve sahne arası geçişleri çok
başarılı. Bu arada hemen belirtelim: Kendisi 1909 yılında Osmanlı dönemi
İstanbul’unda Kazancıoğlu soyadıyla doğup daha sonra -maalesef- ABD’ye göç
etmiş bir isim. Aynı zamanda şimdilerde The Big Sick ve Ruby Sparks gibi
yapımlarla ünlenen aktris Zoe Kazan da onun torunu.
(Spoiler)
Filmin
detaylarına inecek olursak, senaryo haliyle Steinbeck’in kaleminden çıkan
romandan uyarlandığı için aynı zamanda söz konusu kitaptaki dini göndermelere
de yer veriyor: Filmi izledikten sonra ise bu tarz gizli mesajlar taşıdığını
öğrenmek gerçekten paha biçilemez! Adeta bir yapboz gibi bütün parçaları
aklınıza oturtabiliyorsunuz: Esasen, yapılan göndermeler de daha önce ifade
ettiğimiz üzere Tevrat’ta ve neredeyse bütün dinlerde bahsedilmiş olan Habil ve
Kabil hikayesinden alınıyor. İngilizcesi Cain and Abel olan bu bölüm, inanışa
göre ilk insanlar olan Adem (Adam) ve Havva (Eve)’nın oğullarını ele alıyor. Kabil’in
Habil’i kıskanıp öldürmesiyle sonuçlanan bu olay, East of Eden’da da üstü
kapalı olarak işleniyor. Hatta, malum Ekşi Sözlük başlığı da burada bir kez daha haklı çıkıyor.
Filmde hem
hikayenin işlenişi hem de karakterlerin isimlerinin fonetik yapısı bunu belirgin
bir şekilde kanıtlıyor: James Dean’in hayat verdiği Cal karakteri, Cain’e;
kardeşi Aron ise Abel’a benzetiliyor. Aynı zamanda iki kardeşin babalarının isminin
Adam olması da tabii ki tesadüf değil. Üstelik, filmde “tanrısal” bir güce
sahip şerif karakterinin de bir nevi tanrıyı betimlemesi bunun başka bir örneği.
Bununla birlikte, filmin isminden tutun karakterlerin İncil diyaloglarına kadar
birçok yerde dini göndermelere rastlamamız mümkün. Filmin odağına alınan konu
ise gerçek iyinin ve gerçek kötünün neler olduğu ve bunların seçimlerle olan değişkenliği
hususu.
Genel
olarak değerlendirmek gerekirse, oldukça ağır bir tempoda başlayan ve
izleyiciyi hikayeye çekmekte zorlanan film, gittikçe ritmini bulup yarattığı
gizeme de birçok anlam yükleyince değeri kat kat artıyor. Filmin başındaki durgunluğun
yanında, filmin tek handikapı olarak, klasik müziğin bazı bölümlerde aşırı
yoğun kullanılması söylenebilir. Ancak tabii ki 1955 yılına göre o dönemde alışık
olduğumuz detaylar bunlar. Eserin düğümünün çözüldüğü son sahneler ise James
Dean’in yürekleri dağlayan oyunculuğu sayesinde daha da değerli hale geliyor.
Özellikle, babanın doğum günü sahnesinde üzüntüden boynuna atlaması gibi -hikayeye
tamamen kendisinin eklediği öğrenilen- doğaçlamalar gibi birçok ustaca hareketi
mevcut. Aynı zamanda, iç içe geçmiş bu aile ve romantik dramanın birbirleriyle filmin
sonunda acayip etkileyici bir biçimde bağlanması da eseri kültleştiren başka
bir unsur oluyor. Teşekkürler Steinbeck, teşekkürler Dean!
Kaynak: 1, 2.